Dünyada ideal hiçbir kavram olmadığı gibi, adalet de yoktur; olmasını beklemiyorum.
Fakat can sıkıcı şöyle bir durum var: adaleti sağlamakla görevli olanlar, daha temel ilkelerde kusurlular. Her gün yaşadığımız, ancak çok basit örnekler bile bunu ispatlar. Adalet ile ilişkili uygulamalarda eşit suça eşit ceza şeklinde bir ilke kabul görür. Bu kavramın hukuk terminolojisinde bir yeri var mıdır, dayandığı bir doktrin mevcut mudur bilmiyorum, ancak; eşit ceza kavramının çok sığ bir şekilde yorumlandığını sezebiliyorum. Örneğin, ehliyetsiz araç kullanmanın 2016 yılı itibariyle cezası 1698 Türk Lirası. Bu, asgari ücret ile çalışarak evini geçindirmeye çalışan bir aile babası için de, Porsche Cayenne ile gezen zengin aile çocuğu için de aynı miktardır. Her ikisi de ehliyetsiz araç kullandığında “aynı cezaya” çarptırılır. Peki her iki şahıs da aynı ölçüde mi cezalandırılmıştır? Asgari ücretli baba bunu ödemek için 6 ay çalışacak, zengin aile çocuğu ise parayı kot cebinden çıkarıp olayı sonuçlandıracaktır. Eşitlik, adalet demek değildir. Eşit suça eşit ceza verilmeli evet. Ancak aynı meblağ, farklı şahısları aynı ölçüde cezalandırmaz. Aylık geliri 1000 lira olan bir insanın 2000 lirayla cezalandırıldığı suç için, aylık geliri 10.000 lira olan biri 20.000 lira ile cezalandırılmalıdır belki, bir ihtimal.
Adalet kavramının sallantıda olduğu başka bir konu daha var; cezanın caydırıcı olması gerektiği inancı. bu inanç, pek çok sebepten dolayı sıkıntılı, ancak özellikle iki durum bu dediğimi kolaylıkla netleştirebilir. Birincisi uygulanan ceza kimi insanlarda sonraki yıllar için yeterli kaygı oluştururken, örneğin sosyopat kişiler için gelecek adına asla yüksek bir endişe oluşturmaz. İnsanların muhtelif kişiliklerde oluşu, caydırıcılık olgusunu havada bırakır. Dahası, en büyük kaygı bile yıllar içinde azalır. O halde, kalıcı bir caydırıcılık mümkün değildir. İkincisi ise şudur ki; insanoğlu caymaz. İnsanın fıtri özelliklerinden belki de en zayıf olanı, ibret alabilme kabiliyetidir. Ben bir hekim olarak, yoğun bakımda onlarca insanın ölümüne şahit oldum. Bu ölümlere aynı hastalıklara sahip yüzlerce hasta daha şahit oldu. En naif kişiliklerin bile ölümün ardından “aynısının dakikalar sonra kendi başına gelebileceği” hissine kapıldığını görmedim. Herkes, kendisinin adeta asala “ölmeyeceğini” düşünür gibiydi. Miyokard enfarktüsü nedeniyle hayatını kaybederken 40 dakika resüsitasyon yapılmış kişiyi izleyen başka bir miyokard enfarktüsü hastasının, birkaç saat sonraki sorusu “hocam neleri yememeye dikkat edeyim” şeklindedir. Ötesi, bunca ölüme şahit olan biz hekimler için de, bu dehşetli olayın verdiği bir öğüt yoktur. Ölüm, dünyalık adına en büyük ceza ise ve bu ceza dahi diğer insanları kıpırdatamıyorsa, cezanın caydırıcı olması gerekliliği kavramını bir kez daha sorgulamamız gerekir. Bu yüzden, kişileri işledikleri suçlardan dolayı Texas’taki gibi elektrikli sandalyeye de oturtsanız, Tahran’daki gibi darağacında da sallandırsanız, Riyad’daki gibi kılıçla kafalarını da kesseniz bu infazları gören insanlar için karşılarındaki tablo caydırıcı değildir. Ceza caydırıcı olmaktan ziyade, aynı kişinin aynı suçu işleme kabiliyetini yok etme özelliğinde olmalıdır. Evet, hırsızlık yapanın eli kesilmeli, tecavüzden hüküm giyenler hadım edilmelidir. Hümanizm çığlıkları atanlar bu blog’u okumayı bu noktadan itibaren bırakabilirler.
Adalet dünyada asla tam olarak tecelli edemeyecek. Zira, tecelli kelimesinin kullanılıyor oluşu bile bunu anlatmaya yeterlidir. Adalet Ukba’nın olgusudur, Dünyaya ancak yansımaları ulaşır. Ancak, bu kadar kör topal ilerleyen bir sistemin, insanların hürriyetlerini ve dahası yaşamlarını ellerinden alabilmesi, trajik.
***
Hukuk, o muhteşem eşitlikçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı, zengine de yoksula da yasaklar.
-Anatole France