Şöyle anlatıldı bana ilk gün: Burası Osmanlı’nın yetimi, Avrupa’nın Kudüs’ü…
Bu topraklarda ’92-’95 yılları arasında 200 bin insan öldürüldü. Bir o kadarı daha vatanından sürüldü.
Yetimin adı: Bosna Hersek…
Güzellikleriyle değil, maalesef, savaşla hatırlanan bir ülke.
Saraybosna’da Keskin Nişancı Caddesi’nden başladık gezintiye. Adının kaynağını tahmin etmek pek zor değil. 1 Mart ’92 tarihinde, Boşnakların bağımsızlıklarını ilan etmesiyle başlayan savaştan kalma bu isim. Bu savaş ’95 yılında, Aliya İzzetbegoviç’in “Hiç içime sinmiyor ama başka da seçeneğimiz de yoktu.” diye anlattığı Dayton Anlaşması ile sona erdi. ABD’nin öncülük ettiği bu anlaşma ile, Bosna Hersek devamı ve başarısı imkânsız bir yönetime teslim edildi. Bosna’da yönetim sistemi şöyle:
Bosna Hersek iki devletçikten oluşuyor. Ülkenin 49%’i Sırp Cumhuriyeti -Sırbistan Değil- olarak isimlendiriliyor. 51%’i ise Boşnak ve Hırvatlara ait, adı Boşnak-Hırvat Federasyonu. Bu iki bölgenin başkenti ortak: Saraybosna, gerçek adı ile Sarajevo.
Ülkenin genelini kapsayan Boşnak, Hırvat ve Sırplardan oluşan 3’lü bir idare var. Yani ülkenin 3 cumhurbaşkanı var ve 8 ayda bir yönetimi sıra ile devralıyorlar. Bu şu anlama geliyor: Her başkan kendi halkını kalkındırmak için bir şeyler planlıyor, ancak diğer iki yönetim bunu veto ediyor. Yönetimin özeti bu. Toplamda 3000 milletvekili var ve hiçbir icraatta bulunulamıyor. Bu yüzden ülkede her şey çok yavaş işliyor. Dayton Anlaşması ile ülkenin önü tamamen tıkanmış durumda. Boşnaklara ait topraklarda, Sırp ve Hırvatlar salyangoz satıyor anlayacağınız…
Bosna Hersek’in Adriyatik Denizi’ne sınırı var. Ancak bu sınır, 20 kilometrelik bir kayalıktan ibaret. Çünkü limanların olduğu verimli yerler Hırvatlar tarafından işgal edilmiş, yani Hırvatistan’a ait. Bosna Hersek’in önünde Hırvatistan Cumhuriyetinin bir parçası, Güney Amerika’daki Şili gibi tüm kıyıyı kaplamış. Haritayı inceleyin muhakkak, trajikomik bir görüntü göreceksiniz.
Bosna Hersek, yemyeşil bir yer. Sularına varıncaya kadar yeşil hatta… Su şehri diyorlar çokları. Çünkü her yerden devasa nehirler akıyor. Gözlerimle gördüm, kayaların içinden kocaman nehirler çıkıyor. Allah müthiş bir tabiat bahşetmiş buraya. Öyle ki, bir Karadenizli olarak ben bile etkilendim, Kırşehir’den giden birinin gözleri kör olur herhalde.
Ülkenin para birimi KM. Yani Konvertibıl Mark. Alışverişte kayme diye telaffuz ederseniz anlaşıyorsunuz. 1 KM ile 1 TL yaklaşık olarak eşit değerde ve 2 Euro’ya denk geliyor. Ülkede KM ile birlikte her yerde Euro’yu da rahatlıkla kullanabiliyorsunuz. Zaten her köşe başında Exchange Ofisler mevcut. Dikkat çeken bir şey daha var, Saraybosna’da bir sürü Ziraat Bankası var. Bildiğimiz Ziraat, hani şu ülkemizde pek talep görmeyen bankamız, Bosna’yı komple sarmış durumda. Başka markalar da var çok yaygın olan: Çilek ve Doğtaş gözüme çarpanlardan. Ha bir de Bursa adında bir yer var, içinde devasa bir Bursaspor forması asılı. Ama Bosna’yı asıl fetheden takım Galatasaray! Fotoğraflar özetliyor.
Ülkede 3 dil konuşuluyor: Boşnakça, Hırvatça ve Sırpça. Üçü de Kiril alfabesi ile yazılıyor. Üçü de birbirine çok benziyor, ortak bir kökene sahip.
Bosna Hersek’te son nüfus sayımı savaştan önce yapılmış, ’91 yılında. Bu sayıma göre yaklaşık 4.5 milyon insan yaşıyor. Bunların 43%’ü Boşnak. Sarajevo’da ise bu oran 80%. Tüm Bosna Hersek’teki Boşnakların sayısı 2 milyon. Türkiye’deki Boşnakların ise yaklaşık 5 milyon olduğu söyleniyor.
Boşnak’lar savaşı asla unutmuyorlar ve unutturmuyorlar. Unutulacak gibi de değil zaten, bilirsiniz. Ben TV ekranlarında, düz patikalarda tek sıra halinde ölüme yürütülen insanları gördüğümde 7-8 yaşlarındaydım… Biraz daha yaş ilerleyince ve okuyup öğrendikçe, vahşet kelimesinin de yetersiz kaldığı durumlar olduğunu idrak ettim. O yüzden bugün Afganistan’da, Suriye’de, Filistin’de, Myanmar’da… olanlara şaşırmıyorum. Sadece insanın içini acıtıyor.
Savaş’ı anlamak için Bosna’yı görmek gerek… O havayı solumak, insanları dinlemek gerek. Çok değil sadece 17 yıl geçti üzerinden. Yani basit bir hesapla nüfusun yaklaşık 5’te 4’ünün olaylara bizzat tanık olduğunu çıkarabilirsiniz. Yani bugünkü yetişkinlerin tamamı bu acıyı yaşadı, ve çok iyi hatırlıyorlar.
Çok dillendirmeye içim elvermiyor ama; bir Boşnak kıza Sırp askerlerinin babasının gözü önünde tecavüz ettiklerini, ve babasın gözünde kalacak son görüntü bu olsun diye gözlerini kör ettiklerini anlatmam durumu özetlemeye yeter sanırım.
Belki tecavüz ettikleri kızları, kürtaj yaptıramamaları için 4-5 ay kadar binalarda kilitli tuttuklarını da bilmeniz gerek. İnsanların sivil-asker olarak ayırt edilmediğini, ve dahi bebek olarak da bu ayrımın yapılmadığını zaten biliyorsunuz. Kimlik tespitine engel olmak adına toplu mezarların belli periyotlarla birbiri ile karıştırıldığını da zaten duymuşsunuzdur. Bunların on katını duydum ben Bosna’da. Bosna’da duyduklarımın ise bin katının yapıldığından şüphe yok… Sırp zulmünü tarif etmek için başka örneklere gerek yoktur artık…
Dediğim gibi hiç unutmuyorlar. Unutulmaması için de her şart müsait zaten. Bir kere savaş döneminde yıkılan pek çok bina, şehirlerde olduğu şekliyle bırakılmış; ibret alınması için. İnsanların yaşadığı binaların çoğunda da mermi ve ağır makineli silah izleri mevcut. Duvarlar delik deşik, doldurulmamış boşluklar. İnsanlar kendi içlerindeki boşlukları da dolduramıyorlar zaten. Binlercesinin babası şehit, kardeşi şehit… 2 dakika konuşuverin, yüzlerdeki acıyı seziyorsunuz.
Rehberimiz bize Boşnak’ın ne demek olduğunu anlattı. Boşnak, boş kafa-taş kafa demekmiş. Kendi tarihlerini sürekli unutup yeni acılar yaşadıkları için çok eskilerde kendilerine takılan bir isimmiş bu. “Bu sefer unutmayacağız.” diyor. Bu sefer dersimizi iyi aldık…
O yüzden tarihlerini çok iyi biliyorlar. Ben de bu yazıyı hala sabırla okuyana anlatayım:
Sırp zulmünün temellerini kavrayabilmek için önce geçmiş şartları bilmek gerekiyor. 1400’lü yıllardan başlamak gerek… O yıllarda bugünkü Bosna topraklarında ve çevresinde 3 Slav ırkı yaşıyor: Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar. Sırplar Ortodoks, Hırvatlar Katolik, Boşnaklar ise Hristiyanlığın daha az dejenere olmuş Bogomilizm adında bir mezhebini yaşıyorlar. Teslis inancı yok bu mezhepte. Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu değil, elçisi olduğuna inanıyorlar. Haç’ı ve papalığı kabul etmiyorlar. Biz Müslümanlar gibi günde 5 vakit yıkanmalarını gerektiren ibadetleri var. Bu ve benzeri sebeplerden Engizisyon mahkemelerince ağır cezalar alıyorlar o dönemde. İşte bu şartlardaki Boşnak’ların yurtlarına Alperenler geliyor Anadolu’dan… Amaç, İslamiyet’i yaymak. Önceleri halk tarafından kabul görmediklerinden şehirden uzak yerlere yerleşmişler. Ayakta kalan tekkeler kırsal bölgelerde. Örneğin Blagay şehrinde içinde Sarı Saltuk’un kabri olduğuna inanılan Alperenler Tekkesi var, görülesi bir yer. Tekkenin müridleri halkın bağında, değirmenlerinde çalışıp, sosyal ilişkiler kurmuşlar ve 60 yıl boyunca, bir anlamda Boşnak halkını İslamiyet’e ısındırmışlar.
Ve Fatih gelmiş…
1463 yılında Bosna’yı Fatih Sultan Mehmet fethetmiş.
Bugün Türk kimliği, Osmanlı adı, oralarda tahmin bile edemeyeceğiniz bir saygı ve sevgi ile anılıyor. Bu kısmı sona bırakayım.
Bosna’nın fethinden sonra, ilk iş olarak şehirdeki halkların, özellikle papalık tarafından tehdit olarak görülen Katoliklerin (yani Hırvat’ların) can ve mal varlığını güvene almış. Yayınladığı ferman, muhakkak okunmalı… Ardından şehrin yönetimi Osmanlı’ya geçmiş ve 500 yıl sürecek refah ve huzur dönemi başlamış Bosna’da. Aynı zamanda birbirini sevmeyen ama artık aynı yönetimde yaşayacak olan 3 Slav ırkı için, kutuplaşma da başlamış olmuş. 500 yıl…
Sonra,
Osmanlı’nın gelişmesi, duraklaması ve çöküşü hepimizce malum. Gücünü yitirerek parçalanma noktasına gelen Osmanlı, Balkan’larda 1908 yılına kadar durabilmiş, ardından orayı kendi kaderine bırakarak tamamen çekilmek zorunda kalmış. Bosna’ya Osmanlı’nın yetimi diyorlar… Bu yüzdendir.
Bosna Osmanlı’nın elinden 1878 yılında alınıyor ve 1914’e kadar Avusturya-Macaristan tarafından yönetiliyor. Bu dönemde İslam’ı yaşamakta büyük zorluklar çeken Boşnakların büyük kısmı Mekke’ye, Türkiye’ye ve diğer ülkelere göç ediyor. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avusturya-Macaristan yıkılıyor; Bosna 1941’e kadar 1. Yugoslavya yönetiminde kalıyor. Sonrasında Naziler tarafından işgal edilen ülke, 1945 yılında Tito (Josip Broz Tito) tarafından işgalden kurtarılıyor. 1990 yılına dek, yani Soğuk Savaş dönemi boyunca Tito yönetiminde olan Yugoslavya’nın bu dönemine, 2. Yugoslavya deniyor. Tito döneminde Bosna eski sınırlarına geri kavuşuyor ve etnik kimliğini yeniden kazanıyor. Ama Boşnak’lar Tito’yu ne sevebiliyor ne nefret edebiliyor çünkü Tito, Bosna’daki komünizmin adı… Yani Bosna’yı dini olarak oldukça dejenere eden bir dönem, Tito liderliğinde yaşanıyor. Fransız İhtilali’nden beri yıl be yıl tırmanan milliyetçilik akımları, Soğuk Savaş döneminin sonuna doğru zirveye ulaşıyor ve nihayet Komünizmin gücünün zayıflamasıyla etnik gruplar Yugoslavya’dan birer birer ayrılıp bağımsızlığını ilan ediyor. 1992 yılına gelindiğinde Makedonya ve Bosna Hersek, bir referandumla Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan ediyor ve bu olay Avusturya-Macaristan yönetimi boyunca çeşitli eziyetlere maruz bırakılan Boşnak’lar için kara talihin yeniden, bir kez daha, yazılması anlamına geliyor.
’92 yılında son ayrılan ülkelerle Yugoslavya tamamen parçalanınca, tüm silahlarını Sırp’lara devrediyor. Sırp’lar da bu sayede yüzyıllardır bekledikleri tarihi fırsatı ele geçirmiş oluyor…
Bosna Savaşı’nın başlangıç tarihini resmi kaynaklar 1 Mart ’92 olarak belirtir. Ama Boşnaklar, fiili savaşın başladığı tarihi hatırlıyorlar doğal olarak: 5 Nisan ’92. Yani öğle vakti Sarajevo’ya ilk bombaların düşmesiyle birlikte, Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi Suada Dilberović’in öldürüldüğü ve tarihe savaşın ilk kurbanı olarak geçtiği tarih. Sonrası kan, gözyaşı, açlık…
Kaynaklar da yazar, zaten Radovan Karadziç, nam-ı diğer Sırp Kasabı, aylar öncesinden açıklamıştı: “Sadece birkaç gün içinde Sarajevo düşecek, 500 bin kişi ölecek ve 1 ay içinde Bosna-Hersek Müslümanlardan temizlenecektir…” Bizzat kendi sözleridir.
Sadece Srebrenitsa’da 10 bin kişi öldürüldü. Katliamın hemen öncesinde ise Ratko Mladiç şu açıklamayı yapmıştı: “İşte 11 Temmuz 1995’te Sırp şehri Srebrenitsa’dayız. Büyük bir Sırp bayramı arifesinde iken bu şehri Sırp milletine armağan ediyoruz. Nihayet, yeniçerilere karşı ayaklanmasından sonra bu toprakta Türkler’den intikam almamızın vakti geldi.”
Ve her şeyin baş sorumlusu, Sırbistan ve Eski Yugoslavya Devlet başkanı: Slobodan Miloseviç.
Bu 3 ismi ben asla unutmuyorum, siz de unutmayın.
Toplamda 200 bin Boşnak… Yani oradaki tüm Boşnak nüfusunun 10%’u…
Savaşta Sırpların belirlediği stratejik noktalar Milli Kütüphane, TV binası, Postane-telekomünikasyon binası ve doğum evleriymiş. Milli Kütüphanede 550 bini el yazması 2 milyon kitap yakılmış. Bir milleti tarihiyle birlikte silmekmiş azimleri anlayacağınız…
Zulmü tekrar anlatmak lüzumsuz.
Şu an Bosna’nın her yerinde kabristanlar, şehitlikler mevcut. İnce ve zarif bir görüntüye sahip bembeyaz mezar taşları var her yerde. Özellikle Saraybosna’nın hemen üstündeki Kovaçi şehitliği, bin yıllarca silinemeyecek bir utancı herkese anlatmak için arz-ı endam ediyor. Şehitlik eskiden dinlenme parkı olarak kullanılan bir yer. Ortasında bir havuz mevcut. Bilge lider Aliya, kendisine bir anıt mezar yapılmasını istememiş. 2003 yılında vefat ettiğinde, bu havuz doldurulmuş ve naaşı oraya defnedilmiş. Üstünde ise sadece bir gölgelik mevcut… Mezar taşında şu yazıyor:
Allah’a yemin olsun ki, asla köle olmayacağız.
Hemen yanı başında gönüllü Boşnak askerler, elleri kalbinde nöbet tutuyor…
Aliya İzzetbegoviç, özgür Bosna Hersek’in ilk cumhurbaşkanı. Aynı zamanda Bosna’ya Sırplar saldırdığında orduları komuta eden kumandan. ’96 yılına kadar cumhurbaşkanlığı yaptı, 2003 yılında ise vefat etti.
Onu anlatmak için bu sayfa çok kısa. Ama fikirlerinin ve düşünce yapısının özeti, 5 Kasım 1994 yılında savaş devam ederken Almanların ünlü Stern dergisine verdiği şu röportajda gizlidir:
-Sayın başkan, siz Avrupa geleneğine ve hoşgörüsüne bağlı, bütün dünyaya açık bir Müslüman olarak tanınıyorsunuz. Ama son günlerde batı basınında Bosna Hersek’in sözde İslamileşmesine ilişkin haberler çıkmaya başladı?
-… Bir noktada sizi düzeltmem gerek: benim hoşgörüm Avrupa değil, İslam kökenlidir. Eğer hoşgörülüysem öncelikle ve en çok Müslüman olduğum için, ancak ondan sonra Avrupalı olduğum içindir. Avrupa parıldayan gerçeklere rağmen kendisini kurtarmaya kesinlikle muktedir olamadığı kuruntulara sahip. Örneğin, Bosna’daki bu savaş sırasında, yüzlerce kilise ve cami yıkıldı. Bunların bir teki bile Boşnaklar tarafından yıkılmadı, hepsi ‘Avrupalılar’ tarafından yıkıldı. Türkler, dünyanın en yumuşak yöneticileri değillerdi, ama tüm Hristiyan halklar ve onların Ortaçağdan kalma en önemli anıtlarının hepsi 500 yıllık Türk idaresi boyunca ayakta kalabildi. Bu bir gerçek. Belgrad’dan fazla uzak olmayan Fruska Gora tepelerinin meşhur manastırları Türk yönetiminin 300 yılı boyunca ayakta kaldı ama, üç yıllık ‘Avrupalı’ yönetimine dayanamadı. İkinci Dünya Savaşı sırasında yakılıp yıkıldılar. Faşizm ve komünizm Asya’nın değil, Avrupa’nın ürünleridir. Ve şimdi bile Avrupa, Balkanlar’da faşizmin ortaya çıkışına karşı bir hassasiyet göstermemiştir. Avrupa’ya değer veriyor ve takdir ediyorum ama kanımca, kendisini olduğundan çok daha büyük görüyor.
İzzetbegoviç’in unutmadığım bir sözü şöyledir: “İnsan, tüm ilimlerin onun hakkında söyleyebildiklerinden daha fazladır.” İnsana verdiği değerin ölçüsü bu seviyededir.
Sırpların ağır bir bombardıman ile birkaç gün içinde ele geçirmeyi planladığı Saraybosna, hala savaşın izlerini taşıyor. Evlerde mermi izleri, savaştan kalan onarılmamış binalar, şehitlikler… Ama Sırplar bu üstün çabalarına rağmen, Osmanlı’nın izlerini silmeyi becerememişler. Sarajevo’nun meydanı olan Başçarşı’nın biraz ilerisinde Fatih Sultan Mehmet’in Bosna’yı fethiyle birlikte inşa ettirdiği, Bosna Hersek’in en büyük camisi olan Hünkar Camisi bulunuyor. Diğer adıyla Fatih Sultan Mehmet Camisi olarak biliniyor.
Camiyi geçip az ilerleyince ise Hırvatların bölgesine giriyorsunuz ve sizi devasa bir katedral karşılıyor. Bosna Hersek’te her yer böyle, bölgeler halinde. Bir adım öncesinde sizi minareleriyle Müslüman köyleri uğurlarken, bir adım sonra kendinizi kilisesindeki haç işareti ile tanıyabileceğiniz Hristiyan köyünde, tepesinde haç dikili mezarlıkların önünde bulabiliyorsunuz. Sarajevo da böyle…
Şehrin içinde çok eski bir tramvay hattı var. Dünya üzerinde inşa edilmiş ilk tramvay hattı buymuş. Halâ işliyor hat.
Sarajevo’nun ortasından Milyatska nehri geçiyor. Bu nehrin üzerinde Latin köprüsü var. 28 Haziran 1914 yılında Avusturya veliaht prensi Ferdinand ve hamile eşinin, sarhoş bir Sırp tarafından üzerinde öldürüldüğü köprü bu. Yani I. Dünya Savaşı’nın bahanesinin yaşandığı köprü… Bu cinayetten sonra 5 gün içinde savaş patlıyor ve 1. Dünya Savaşı’nda 4 yılda 14 milyon insan ölüyor… Sarajevo’da az daha ilerlerseniz, 2. Dünya Savaşı’nda ölenler anısına yapılan “Sönmeyen Ateş”i, diğer adıyla Tito’nun Ateşi’ni görüyorsunuz. Tabii ki Sırpların Sarajevo’ya girmesi ile bu ateş de söndürülmüş… Ancak Sarajevo yeniden ele geçirildiğinde, Boşnak’lar tarafından, sönmemek üzere yeniden tutuşturulmuş.
Saraybosna 1425 gün süren modern tarihin en uzun süreli kuşatması altında kaldı. Şimdiki hava alanının altında, Ilidza (Ilıca) bölgesinde, bir tünel mevcut. Yaşam Tüneli diyorlar buraya. Savaşın başlamasından sonra 1 yıl içinde yapılmış. Kuşatma altındaki Saraybosna’ya gıda, silah ve diğer yardımlar bu tünelden taşınmış.
Boşnak’lar kuşatmaya, bu tünel sayesinde direnmiş…
Savaşın kenti Sarajevo’yu geride bıraktıkan sonra, Poçiteli’yi gördüm.
Cuma günü oradaydım. Namazı kılmak üzere Hacı Ali Camisi’ne girdiğimde ise insanın duygularına zor hakim olabileceği bir an yaşadım: bu insanlar halâ, Türk Bayrağı altında namaz kılıyordu…
Camiye girdiğinizde hemen karşınızda bayrağımız duruyor ve biliyorsunuz ki o bayraktaki ay ve yıldız, 600 yıldır orada… İnanılmaz bir manzara. İnsanların tek farkları Türkçe. Çat pat birkaç kelime biliyorlar sadece.
Köyün en tepesinde bir kale, karşısında surlar, biraz aşağılarında ise bahsettiğim cami var. Kaleye çıkarak tüm köyü ve inanılmaz bir manzarayı görme şansına eriştim. Taş yapılı evlerin etrafı yemyeşil ve karşıdan Bosna’nın o devasa, durgun ve yeşil renkli nehirlerinden biri akıyor Alp dağlarının etekleri boyunca. Köydekiler meyve yetiştirerek ve süs eşyaları satarak geçimlerini sağlıyor. Meyvelerden özellikle çilekler müthiş lezzetli ve iri. Bu köyün masallardan fırlamış bir görüntüsü var anlayacağınız. İlk adım atışınızda daha içiniz ısınıyor ve o sıcaklık halâ içimde bir yerlerde…
Sıradaki şehir ise Mostar…
Bu isimler bana olduğu gibi size de acı bir şeyler çağrıştırıyor mu bilmiyorum… Ancak ben Bosna’ya gitmeden önce de Mostar’ı derin ve büyük bir saygı ile anardım… Gözlerimle görerek sadece bunu perçinlemiş oldum.
Bosna’da simgeler çok önemlidir. İşaretler tahmin ettiğinizden daha fazla anlam yüklü olur genelde. Örneğin kahve bakır fincanla içilir, ay ve yıldız bir anlamda zaferin simgesidir. Duruşunuz, sözleriniz bir şeyler ifade eder Boşnaklara. İşte Mostar da simge kentlerden biri.
Şehir Hersek bölgesine kurulu. Hersek, sınırları tam da belli olmayan, Bosna topraklarının alt ucundaki tarihsel ve coğrafi bir bölgenin adı. Bizdeki Mezopotamya gibi düşünülebilir basitçe. Günümüzde Bosna Hersek’i oluşturan iki devletçikten biri olan Sırp Cumhuriyeti toprakları içinde kalıyor. İşte bu yüzden buradaki Müslümanlar aslında, daha büyük bir saygıyı hak ediyor. Halâ baskı ve gurbet yurdunda yaşıyorlar onlar.
Mostar şehri Neretva nehri kıyılarına kurulmuş. Sembol simgesi bu nehrin üzerindeki Mostar köprüsü. Köprü Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından 1556 yılında inşa edilmiş. Köprünün Batı yakasında Hırvatlar, doğu yakasında ise Boşnaklar yaşıyor. Boşnak ve Hırvatların nüfusa oranı birbirine hemen hemen eşit. Sırplar ise daha az sayıdalar. Saraybosna’daki Karadeniz ikliminin aksine burada Akdeniz iklimi hakim, oldukça sıcak.
Şu anki Mostar Köprüsü, çoğumuzun da bildiği gibi eski köprü değil. Çünkü savaşın başlaması ile birlikte, 9 Kasım ’93 tarihinde bu köprü Hırvatlar tarafından patlatılmıştı. Görüntüler çoğumuzun hafızasındadır… Sonrasında onarımının çok büyük kısmı Türkiye tarafından yapıldı, ancak; açılışında Prens Charles bile nemalanmak için hazır bulunmuştur…
Boşnak’lar Hırvatları özetlemek adına 2 Sırp 1 Hırvat eder diyor… Savaştan önce Sırplara karşı Boşnakların yanındaymış gibi görünen Hırvatların, savaşın başlamasından sonra nasıl Sırpların tarafına geçtikleri anlatılıyor Bosna topraklarında. Sonrasında da Sırplardan aşağı kalmamak için epey bir çabalamışlar. Son icraatları ise Mostar şehrinin tepesine diktikleri, ve Müslüman halkı altında yaşamaya zorladıkları 13 metrelik devasa haç. Savaş esnasında bu haç dikildikten sonra Hırvat komutanın Aliya İzzetbegoviç’e haçı göstererek, “Sizin hilâlinizin (camileri kastediyor) daha üstüne bu haçı diktik. Şimdi soruyorum, bu haçı kaldırmaya gücünüz yeter mi?” dediği anlatılıyor. Bilge Kral, işaret parmağıyla göğü göstererek şu cümleleri kurmuş: “Sayın komutan, şimdi sen de bir semaya bak bakalım. Şu hilâli ve yıldızı görüyor musun? Senin onları yok etmeye gücün yeter mi? Ne kadar yükseklere haç dikseniz de onu geçemeyeceksiniz ve asla onu oradan da indiremezsiniz. Onlar semada olduğu müddetçe biz de inşAllah varlığımızı devam ettireceğiz…”
Bu esnada şu notu düşmekte fayda var: Avrupa’ya göre haç mimari ve kültürel bir eserdir, ay ve yıldız ise provokasyon sayılır.
Az önce söylediğim gibi Bosna’da simgeler çok önemlidir. Necat Ahmetoviç (Ahmet oğlu Necat demektir) adında bir rehber bize, 2008 yılındaki efsane Türkiye-Hırvatistan çeyrek final maçı ile ilgili şunları anlatıyor: “Türkiye-Hırvatistan maçı vardı o gün. Biz de maçı izlemek için 5 araba doluştuk ve Mostar’a gittik. Çünkü maçı Mostar’da izlemek önemliydi… Biliyoruz kavga çıkacak, çıksın diye gittik zaten… Çok güzel bir maçtı ve Türkiye son dakikada kazandı, Hırvatlar yıkıldı. Türkiye kazanınca o coşkuyu görmeniz lazımdı, tüm şehir ayaktaydı. Tüm Mostar Türk bayraklarıyla donandı, üstüne de Hırvatları bir güzel dövdük… Hırvatlar uzaktan silahlarla saldırmasını iyi bilirler ama teke tekte yürekleri yoktur. Sonra hepsinin ardından bizden sarhoş-ayık herkes buluştu, üstüne bir de namaz kıldık.” Orada Mostar bir simgeydi… Orada Hırvatların Türkler tarafından mağlup edilmesi bir simgeydi…
Sonraki gün vezirler kenti diye bilinen Travnik’i gördüm. Burası, devşirme sistemi ile Osmanlı yönetimine onlarca devlet adamı yetiştirmiş bir yer. Şehirde çok sayıda cami var, Osmanlı camileri… Yine Fatih Sultan Mehmet’in Bosna’yı aldığında yayınladığı fermanı, bu şehirdeki bir medresede okuma fırsatı buldum. Medreseler Bosna’da halâ hizmet vermekte.
Travnik aynı zamanda Nobel ödüllü yazar Ivo Andriç’in doğduğu kent. Ivo Andriç ise ülkemizde Orhan Pamuk’un muadili… Kendisine de aynı mantık üzere Nobel verilmiş zaten (!)
Srebrenitsa’yı göremedim… Hünkar Camisi’ne yakın bir sebil var, buradan su içenlerin Bosna’ya muhakkak tekrar gideceği rivayet ediliyor. Ben de içtim o sudan ve Srebrenitsa’yı nasipse yeniden gittiğimde göreceğim. Fakat hafızamıza kazımamız gereken başka bir trajedinin yurdunu gördüm: Ahmiç Köyü. Sırplar ’93 yılında 116 kişiyi bir camide yakarak bu köyde öldürmüşlerdi. Orada da anılar fotoğraflarla taze tutulmaya çalışılıyor.
Dediğim gibi, Bosna Hersek yemyeşil bir ülke. Saraybosna’dan önce, ülkede ilk adımlarımı Vrelo Bosna’da attım aslında. Burası Bosna Nehri’nin kaynağının çıktığı yer. Bosna’nın endamının, güzelliğinin ve güzel günlerinin özeti. Etrafı dağlarla çevrili bir ova. Şu an dinlenme parkı olarak kullanılıyor. Burası da muhakkak görülmeli…
Ve gelelim Türklere ve Türk kimliğinin onlar için ne ifade ettiğine…
Benim için Aliya İzzetbegoviç’in kabri ile birlikte, en etkileyici tecrübe oldu Osmanlı ve Türk algısı.
Daha ikinci gün şu söylendi bize:
“Siz misafir değilsiniz, siz buralısınız. Burası, sizin toprağınız… Siz şu an akrabalarınızı ziyaret ediyorsunuz. Bazen bunu anlayamayabiliyorsunuz…”
Boşnak’lar Osmanlı ile birlikte var olmuşlar. Onları Slav ırkından farklılaştıran şey ise dinleri. Yıllar yılı bütün zulümleri de bu yüzden çekmişler zaten. Hristiyanlığı kabul etmeyen ve Türklerin kardeşleri olmayı seçen bu insanlar, Avrupa için yok edilmesi gereken kişiler. “Bize Avrupa lazım değil” diyorlar. Avrupa Birliği ülkelerine vizesiz geçiş hakları olmasına rağmen, gitmeyi tercih etmiyorlar. Avrupa’yı açıkça sevmiyorlar. Zaten Avrupa Birliği üyesi olmak için başvuruları dahi yok… Bir Boşnak’tan şunu duydum: “Bize Osmanlı lazım. Ama nasıl bir Osmanlı? Tokat atacak bir Osmanlı.”
Dünyada bize tek dost halk Türk halkıdır diyor Boşnaklar. Bosna Savaşı’nda Türkiye’nin yaptığı yardımları da müthiş bir minnetle anıyorlar. Başçarşı’daki bakırcılardan birine bir fincan takımı almak için gittiğimde, dükkanın sahibi beyefendi bizim tarihimizi bana, benim bildiğimden daha fazlasıyla anlattı. Son olarak ise Muhteşem Yüzyıl’a sitem ederek cümlelerini sonlandırdı: “Kanuni, orada anlatıldığı gibi bir insan değildi; çok yazık…”
Bosna’da halâ bir gün Türkler gelecek ve bizler eski huzurumuza kavuşacağız düşüncesi hakim. Sizi orada ataları olarak görüyorlar, ve öyle bir saygı gösteriyorlar.
Fatih adını İstanbul’da duyduğunuzdan 3 kat daha fazla duyuyorsunuz.
Osmanlı’nın bıraktığı ruhu, ülkemizdekinden bin kat daha fazla orada yaşıyorsunuz.
Onlar Osmanlı’nın yetim çocuğu iken, biz ise hayta torunu olma yolunda ilerliyoruz, maalesef…
Son olarak biraz da nasıl insanlar olduklarından bahsetmeliyim:
Burada yaşayan 3 millet de Slav ırkından geliyor, görünüm olarak ayırt edilemiyorlar. Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar birbirlerine benziyorlar. Dilleri de birbirinin neredeyse aynısı, lehçe farkı mevcut.
Slav ırkı estetik olarak çok güzel. İnsanların hepsi uzun boylu, çoğu sarışın ve renkli gözlü. Kızların en kısası 170 cm, erkeklerde ise 180 cm gibi bir şey… İnsanların tamamı fit. Gezdiğim yerlerde on binlerce insan gözümün önünden geçmiştir ancak bir tane bile obez, bırakın obezi göbekli insan dahi görmedim.
İnsanları çok saygılı ve sakin. Hiçbir şey için aceleleri yok Boşnakların, sabırla bekliyorlar… Huzuru da acıyı da gördüklerinden mi bilmiyorum, şu an hüşû içinde bir yaşantıları var. Yemyeşil ve sulak topraklarda, çok sakin bir hayat yaşıyorlar. Bir de dikkat çeken bir şey, son derece temiz insanlar. Zaten bu kadar su akan bir ülkede aksi düşünülemezdi.
Ataerkiller… Baba ne derse o oluyor. Baba çok otoriter, anne narin…
Yemek kültürleri bize benziyor, ama kahvaltı kültürleri oldukça farklı. Burada kahvaltıda peynir ve zeytin pek yok. Zaten peyniri hiç sevmem, benim de işime geldi bu. Onun yerine kahvaltıda kuru, tütsülenmiş et var. Kahvaltıda çay da yok. Aslına bakarsanız öğünün hiçbir yerinde çay yok. Yemeklerden sonra kahve içiyorlar. Biz ne kadar çay içiyorsak, onlar da o kadar kahve içiyorlar. Bu da onlara Osmanlı’dan kalmış bir gelenek. Kahveler bakır setlerde içiliyor, yanına mutlaka lokum geliyor, ve son derece lezzetli kahveleri var. Marka önerisi isterseniz Vispak, Minas, Sevdah ve Dibek diye 4 markadan aldım ben. Vispak övülüyordu.
Boşnak Köftesi (Cevapi) bizim Tekirdağ köftesine benziyor ama biraz daha değişik. Yağlı bir ekmek ve yanında kaymak ile geliyor, hakikaten lezzetli bir şey.
Doğa manzaralı yerlerde kuzu çevirme yapıyor Boşnaklar. Kuzunun iyi yeri denk gelirse güzel, ama süper bir lezzet diyemem doğrusu.
Soğan dolması yapıyorlar, o da oldukça lezzetli bir şey. Bakır kaplarda sunuluyor bu yemek de.
Beyaz lahanadan yapılan bir salataları var, bizim damak tadımıza pek de uygun değil açıkçası… Ya da ben fazla etçilimdir belki.
Çoğu yemekten önce Bey Çorbası getirildi, ancak; tavuklu olduğu için onu tadamadım.
Yemeklerinde et çok, baharat ise az.
Balık da oldukça sık tüketiliyor. Kırmızı alabalığı da yemeden dönmemeniz lazım.
Orada geleneksel içecek, ayranın biraz daha katı bir hali. Yoğurt diyorlar zaten. Özellikle soda ile karıştırılınca nefis bir şey oluyor.
Son gün de havaalanında Boşnak Böreği yedik. Resmi yok ama o da oldukça lezzetliydi. Tavsiyem, bunu yapabilen bir kız bulursanız bence hemen evlenin.
Bosna’nın yemek kültürüyle alakalı son bir not: Yemek esnasında konuşmak hoş karşılanmıyor. Savaşta kıtlığı görmüşler ve bu yüzden, o günlerin hatırasına, yemeklerini sessiz bir şekilde yiyorlar. Konuşmaları kahve faslına saklıyorlar.
Ülke dini yönden kozmopolit olsa da helallik konusunda pek sıkıntı çekmiyorsunuz, çünkü yukarıda da dediğim gibi Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların bölgeleri ayrı ayrı… Boşnak bölgesindeyseniz helal gıdalar sunuluyor size.
Her yönüyle şahane bir seyahatti benim için. Allah’ın tekrarını nasip etmesini diliyorum…
Tüm gördüklerimden ve yaşadıklarımdan sonra bir öneri isterseniz eğer, şunları söylerim:
Sizler de Bosna’ya gidin… Yetim kardeşlerimizi, ayrı bırakıldıklarımızı görmek için muhakkak gidin.
Bizden ne beklenildiğini anlamak için, onlara yalnız olmadıklarını hissettirmek için gidin.
Bosna tarih kokan bir yer. Bu rayiha ise bizden geliyor. Bizim kültürümüzden, bizim vatanımızdan.
Boşnakların da ayrılırken söylediği gibi:
Allah’a emanet…
Kaynak belirtilmek koşuluyla, tüm yazı ve resimler kullanılabilir. ©
Ekleme ve düzeltmeler için the way i are‘a sonsuz teşekkürler…